Çok Çalışarak Zengin Olunur mu?
Arkadaşım Ne İstediğimi Bilmediğimi Yüzüme Vurdu
Bir gün bir arkadaşımla sohbet ediyorduk, yine parasal sıkıntılar çektiğim bir dönemimdeydim. Sürekli: “Daha fazla çalışmam lazım, çok daha fazla.” diye dert yanıyordum. Arkadaşım: “Neden daha fazla, hatta çok daha fazla çalışman lazım?” diye sordu, (Hayata İzin Vermek)
-Paraya ihtiyacım var da ondan, diye cevap verdim.
-Ne kadar paraya? diye sorunca:
-Çoook paraya.
-Tamam da bu çok paranın miktarı belli değil mi?
-Belki milyon dolar belki birkaç milyon dolar.
Arkadaşımsa alaycı bir tavırla: “Belki mi, kesin mi?”
O zaman sinirli bir şekilde: “Ne kadar çok para, o kadar rahat bir yaşam. Bu işin belkisi melkisi yok.”
Sinirlendiğimi gören arkadaşım ortamı yumuşatmak için ”Tamam arkadaşım anladım seni.” diyerek devam etmişti konuşmasına. “Bildiğim kadarıyla sen birkaç iş birden yapıyorsun değil mi?”
“Evet…” demekten başka bir söz söyleyemezdim. Gerçekten de neredeyse dört, beş işi aynı anda yapıyordum ve günün yirmi saatini ayakta geçiriyordum. Yarım saatlik bir boşluk bulduğumdaysa ne yapacağımı şaşırıyor, kendimi boşlukta hissediyordum. Bu boşluk beni huzursuz ettiğinden hemen kendime bir iş yaratıyor ve onunla meşgul oluyordum. Bu sözlerimin üzerine arkadaşım:
“Sen zaten çok çalışıyorsun. Öyleyse sorun çok ya da az çalışmakta değil, yeterince para kazanamamakta. Yanılıyor muyum?”
Tespitleri doğruydu; ama insan çok para kazanmak istiyorsa çok çalışırdı, yattığı yerden para kazanmazdı ki. Kaçacak bir yer ve savunacak bir taraf bulamadığımdan: “Haklısın, ama…” diyerek yine birçok inanç kalıbımı sıralamaya başladım. Ne güzel bir kelimeydi şu “Ama” kelimesi. Her sorunun başına koyabiliyordunuz. Ama şöyle oldu, ama böyle oldu, ben şöyle söyledim; ama sen böyle anladın. Ben işe gidiyordum; ama kaza oldu, işe o yüzden geç kaldım. Derslerime çok iyi çalıştım; ama öğretmen çalışmadığım yerden sordu. Ameliyat çok iyi geçti; ama hastayı kaybettik. Amaların bir sonu yoktu ve bu kelime kaçış kelimesinden başka da bir şey değildi.
Arkadaşım bana: “Sen dünyanın en zengin insanlarını hiç takip ettin mi? Hayatlarını okuyup nasıl başarılı oldukları hakkında bilgi sahibi oldun mu?” dediğinde yine cevap verememiştim. Ben sadece zenginlikleri ve yaşadıkları lüks hayatla ilgilenmiş ve bu duruma gelebilmek için çok çalıştıklarını düşünmüştüm.
O zenginler çok değil, gerektiği kadar çalıştılar. Bazen günlerce uyku uyumadılar bazense günlerce ellerini işe sürmediler. Bazen insanlar yaptıkları gereksiz işler yüzünden yaşadıkları zaman kayıplarını çalışma olarak algılar. Oysa ki yapılan çalışma değil, enerji ve konsantrasyon bölünmesidir. Kişi böyle yaparak çok çalıştığını zannederken çok kayıplar yaşar. Bunun olmaması için kendine bir odak noktası seçer ve seçtiğin odağa göre iş ve eylem planları geliştirirsin.
Her şeyinle konuya konsantre olup ruhen ve bedenen isteyerek devam edersin. Sana sorduğum “Ne kadar para kazanmak istiyorsun?” sorusuna bile cevap veremezken, nasıl para kazanmayı bekliyorsun ki? Şimdi eline yüz milyon dolar geçse ne yaparsın? Dur tahmin edeyim. Evler alırdın, arabalar alırdın, iş kurardın diyelim. Başka ne yapardın? Tatile mi giderdin? Başka? Tut ki bir şey daha buldun, ya sonra ne yaparsın? Cevap yok değil mi? Ne yapacağını bilmediğin ve bir hazırlığın olmayan parayı nasıl istersin ki?
Sen çok büyük bir holdingin sahibi olsan ve yanında on kişilik üst yönetim kadrosu çalışsa. Bu kadronun tamamı her türlü yönetim ve finansal konularında eğitim almış olsa, bir üst kadro için yönetici seçmen gerekse bu on kişi içerisinden birini gönül rahatlığıyla seçerdin değil mi?
Tabii ki seçerdim. Adamlar tüm donanıma sahip, neden tereddüt edeyim ki.
Tamam, çok güzel… Bir de akrabalarından biri var, sana: “Ben bu boşalan üst düzey yönetici kadrosunu çok; ama çok istiyorum. Ne olur beni o boşalan kadroya al, inan çok fazla çalışırım.” derse ne yaparsın?
“Olmaz canım, olur mu öyle koskoca şirketin başına çok istiyor ve akrabam diye işi bilmeyen birini nasıl getirim? Hiç şirket yetersiz vasıflara sahip birine emanet edilir mi?” dediğimde hemen cümlemin bitmesiyle: “Edilmez mi?” diye başka bir soruyla karşılık verdi.
“Edilmez arkadaşım, parayı sokakta mı topluyorum ki bir akrabama emanet edeyim?” Bu sefer arkadaşım:
“Çok ama çok çalışan biri ayrıca bu işi diğer on kişinin istediği toplamdan daha fazla istiyor. Bu senin için iyi bir kriter değil mi?”
“Değil kardeşim. Hiç ne yapacağını bilmeyen birine sırf çok istiyor diye şirket emanet edilir mi?”
Sen de çok ama çok para istiyorsun. Ne kadar istediğini soruyorum, cevap veremiyorsun. ‘Ne yapacaksın kazandığın parayı?’ diye soruyorum yine yanıt veremiyorsun. Sen olsan ve elinde çok fazla miktarda para olsa değerlendirmen için sana verir miydin, ne yapacağını bilmediğin halde?
Ben yine o kurtarıcı sözle durumu kurtarmaya çalıştım. “Ama ben bu parayı bir şekilde değerlendiririm.” Bu ve buna benzer birçok cümleyi peş peşe sıraladım. Dilim bunları söylese de gerçeği görmüş sadece kabul etmek istemiyordum. Neden bu kadar zordu gerçekleri kabul edebilmek? Her haliyle belli olmasına rağmen neden inat ediyorduk gerçekleri görmemek ve kabul etmemek için? Bu da korkularımız ve yine sorumluluğu başkalarına atmaktan başka bir şey değildi. Her insan gibi ben de korku perdesinin arkasında kalan, göremediğim korkuların yansımasından sığınıyordum anlamsızlık kervanına. Korku dolu gözlerle bakarken anlamadığım kervana, çölde kaybolup gidiyordum. Ağustos sıcağında yerde kalmış son su birikintisinin buharlaşması gibi yok olurken kervan gözden uzaklaşıyordu.
İsteklerimin öncelik sırasına baktığımda birinci sırada çok çalışmak vardı ve bunu fazlasıyla başarıyordum. İkinci sırada para kazanmak; ama çok para kazanmak vardı. Çok çalışarak önceliğime ulaşıyor sonrasında anlam ve inanç karmaşası yaşıyor, para kazanamıyordum.
Bir şeyi yapmak için yola çıkıyor sonra aklıma başka şeyler geliyor ve onlara yöneliyordum. Asıl istediğimi düşündüğüm konuya hiçbir zaman sahip olamıyordum. O kadar uzatmaya, evirip çevirmeye gerek yoktu. Bir bakkala “Pirinç istiyorum.” dediğinde pirinç veriyordu. Yaratıcı veya evren sana istediğini vermekten, seni anlamaktan aciz değil, sen sadece iste. Yeter ki ne istediğini bilerek hazır olduklarını iste. Sen doğru istemeyi bilmeyince hatlar karışıyor beyninde, ağzında istediğin şeyi geveliyor; pirinç yerine un alıyorsun. Daha sonra undan çörek, börek yapmak için bir sürü zaman ve çaba harcıyorsun. Amacın pilav yemekken başka şeyler yemek durumunda kalıyor ve hoşnut olmuyorsun. Aslında insana kendisinden başka kimse zarar vermiyordu.